27 Haziran 2010 Pazar

26 Haziran 2010 Cumartesi

Ali Baba'dan Waka Waka'ya...

2010 Dünya Kupası'nın şarkılarından biri, Shakira'nın söylediği "Waka Waka" ya da diğer adıyla "This Time for Africa". Afrika ezgileriyle bezenmiş olsa da, Afrikalı olmayan biri tarafından İngilizce söylenmiş bir şarkı bu. Gerçi küreselleşen dünyada bunlara takılan pek yok gibi. Şarkı güzel, danslar güzel, Shakira da öyle:



Ama Dünya Kupası şarkısı diyince aklıma hâlâ Ricky Martin'in "La Copa De La Vida" şarkısı gelir. Fransa'da düzenlenen 1998 Dünya Kupası'nın şarkılarındandı ve o yıl çok ama çok popüler olmuştu.* Hatta öyle ki; Türkiye'de bir parti genel başkanı kurultay salonuna merdivenlerden inerken bu şarkıyı çaldırmıştı da olay olmuştu o zaman. Bilen bilir, bilmeyen de azıcık araştırınca bulabilir :)

Ricky Martin'in şarkısı güzeldi de, sözlerini bilen ve iki kere üst üste aynı şekilde söyleyebilen bir Türk'e rastlamadım. Ama şarkının nakaratında yer alan -daha sonra arriba va olduğunu öğrendiğim- sözlerin Ali Baba olarak söyleneceği konusunda hepimiz hemfikirdik.

Herneyse, sözü çok uzatmayayım ve bir şarkıyla bağlayayım yazıyı. Bilenlere nostalji, bilmeyenlere ise tanışma fırsatı olsun. Karşınızda Fransa 98'in sembol şarkısı "La Copa De La Vida" ile Ricky Martin:


____________
* "Şarkılarından" diye bahsettim, çünkü Fransa 98 müzikal anlamda önemli izler bırakmış bir organizasyondu. Mesela bir "Carnaval de Paris" vardır ki o dönemden kalma; unutulmaz. Daha sonra "kalplerde yıldız, gönüllerde ay, şampiyonsun Galatasaray" marşının da melodisi olmuştur... Bir yazıya iki video yeter, gayda esintileri de başka bir yazıya kalsın.

25 Haziran 2010 Cuma

10 numara

Arjantin'in 10 numarası: Lionel Messi


– Maradona mı, Pele mi tartışmasını bu çocuk bitirecek.


Bu söz, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından biri olan Diego Armando Maradona'ya ait. Sözün ithaf edildiği kişi ise Lionel Messi.

Bu sözün temeli, Maradona ve Pele karşılaştırmasına dayanıyor. Farklı zamanların futbolcuları olmalarına rağmen -ki Pele 37 yaşındayken futbolu bıraktığında Maradona futbola başlayalı henüz bir yıl olmuştu- sıkça mukayese edilir bu iki büyük yıldız. Örneğin FIFA'nın verdiği Asrın Futbolcusu ödülünü ikisi paylaştı: Jüri Pele'yi seçti, internet oylamasında ise Maradona açık ara birinci çıktı.

Ronaldo, Zidane, Figo kuşağından sonra dünyada yeni bir yıldız arayışı ortaya çıktı. Dünya 2004'ten sonra Ronaldinho'ya kilitlendi ama 2006 Dünya Kupası'nda -belki de beklentilerin çok yüksek olmasından dolayı- Ronaldinho hayal kırıklığı yarattı. Sonra birkaç değişik isim üzerinde daha duruldu.

2007 yılında dünya kamuoyunun dikkati iki genç futbolcuya yöneldi: 22 yaşındaki Portekizli Cristiano Ronaldo ve 20 yaşındaki Arjantinli Lionel Messi. O yıl Yılın Futbolcusu ödülü Kaká'ya giderken, ikinci Messi, üçüncü ise C. Ronaldo oldu.

Bir yıl sonra 2008'de Messi yine ikinci sıradayken, C. Ronaldo birinciliğe yükseldi. Üçüncü ise Fernando Torres'ti. Ve son olarak geçen yıl, bu kez Yılın Futbolcusu ödülü Messi'nindi. C. Ronaldo ikinci olurken, Xavi üçüncü oldu.

Lionel Messi dün 23 yaşına bastı. Ne mutlu ki Messi'ye, kuşağının en iyi futbolcusu olarak anılıyor bugün. Ne mutlu ki bize, böyle büyük bir futbolcunun oyununa tanık olabiliyoruz ve inşallah yıllar yıllar daha izleyebileceğiz Messi'yi.

Maradona ve Pele arasındaki karşılaştırmanın bir benzeri bugün Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo arasında yapılıyor. Bu karşılaştırma ileride de devam eder mi bilinmez ama şu söze katılmamak elde değil: Messi, bu adam neyin nesi...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Günah keçisi: Jabulani

FIFA Dünya Kupalarının top tedarikçisi, Meksika 1970'ten beri Adidas. Bu seneki kupanın topunu da yine Adidas hazırladı. Topun adı ise, Zulu dilinde kutlama veya sevinç anlamına gelen Jabulani.

Büyük futbol turnuvası öncesinde resmî maç toplarını taşa tutma geleneği baş gösterdi bir süredir. Bunun son kurbanı da Adidas'ın Loughborough Üniversitesi'yle geliştirdiği Jabulani oldu.

Charlize Theron ve Jabulani
Güney Afrikalı oyuncu Charlize Theron ve şanslı top Jabulani :)

Jabulani dikişli bir top değil, ısıl işlemle birleştirilen 8 parçadan meydana geliyor.* Bu, ancak Dünya Kupası'ndan Dünya Kupası'na gündeme gelen "6 sente futbol topu diken çocuklar" konusunda bir nebze de olsa iç rahatlatan bir gelişme, ama Jabulani de Çin Halk Cumhuriyeti'nde üretiliyor ve orada çalışma koşulları çok farklı değildir diye tahmin ediyorum.

Dikiş oranının az olması sürtünmenin az olması demek. Bu da topun daha hızlı hareket etmesini ve daha kolay falso almasını sağlıyor. Bu da kalecilerin şimşeğini üstüne çekmesine yetiyor da artıyor bile...

Bu konuda görüş bildirenlerden Brezilyalı Julio Cesar'ın söyledikleri basında sıkça yer aldı. César, Jabulani'yi bakkaldan alınmış ve kaleciler aleyhine çalışan bir topa benzetmiş. İspanya kalecisi Iker Casillas "Bu top berbat!" derken, İtalyan kaleci Buffon da, bu iğrenç topun böylesine büyük bir şampiyonada kullanılacağından dolayı üzüldüğünü belirtmiş.

Hep kalecilerin eleştirdiğinden bahsettim ama diğer kesimlerden de bazı olumsuz yorumlar var. Mesela Lionel Messi bunun çok karmaşık ve zor bir top olduğunu söylemiş. Robinho'nun sözleri ise ilginç ve komik: "Bu topu kim tasarladıysa, ömründe hiç futbol oynamadığından eminim".

Olumlu görüşler de var Jabulani hakkında. Çek Cumhuriyeti kalecisi Petr Cech topun görünürlüğünü ve tutuluşunu başarılı bulmuş. Kaka, Lampard ve Ballack da topu beğendiklerini söylemişler.

Charlize Theron ve Jabulani
İngiltere kalecisi Robert Green'in ABD maçında Jabulani'yi elinden kaçırma ve gol yeme anı

Dün akşamki Yunanistan - Arjantin maçında Juan Sebastian Veron'un bir şutu vardı ve o şut havada öyle bir hız ve kavis aldı ki, ben de toptan şüphelenmeye başladım. Daha önce de Avustralya maçında Gana kalecisi Richard Kingson'ın benzer bir nedenle yediği bir gol vardı aklımda kalan. İngiltere kalecisi Robert Green'in Amerika Birleşik Devletleri maçında topu elinden kaçırarak yediği golde de, kabahati Jabulani'ye atanlar oldu.

Aynı işin uzmanı olan değişik kişilerden farklı farklı yorumlar duymaya alışığızdır biz ama futbolcuların bu konuda ikiye bölünmesi garip. Acaba kaç takım yenilen goller ve kaybedilen maçlardan sonra suçu Jabulani'ye atacak?
____________
* 1970'te kullanılan top olan Telstar 32 parçadan, 2006'da kullanılan top olan Teamgeist ise 14 parçadan oluşuyordu.

22 Haziran 2010 Salı

Bir Fransa klasiği

Güney Afrika'nın gruptan çıkma ihtimalinin diğer takımlara oranla daha az olduğu düşünülüyordu; ancak ev sahibi ülke bu düşünceyi bir yere kadar da olsa yanlışlamayı başardı. Bunda tabii Fransa'nın katkısı(!) da büyük...

Fransa'nın Meksika'yla oynadıkları maçtan sonra yaşadıkları takım içi olaylar hakkında bir şeyler yazmak istiyordum ama yazamadım. Aslında ardı ardına patlak veren bu olaylara Fransa basını bile yetişmekte zorlandı.

Olan oldu, biten bitti. Sahaya çıkan Fransız takımı -marş okunurken birlik ve azim içinde gözükse de- olaydan tamamıyla kopuk ve isteksizdi. Futbolcular zaten bireysel olarak kötü oynadılar; takım oyunu da oynanamayınca, Fransa çuvalladı.

Vuvuzela çalmayan ender Güney Afrikalı taraftarlardan biri
Vuvuzela çalmayan ender Güney Afrikalı taraftarlardan biri

Güney Afrika ise inançlı ve tutkulu bir oyun koydu ortaya. 20. dakikada kullanılan köşe vuruşunu havada karşılamak isterken havayı yumruklayan ve açığa çıkan Fransa kalecisi Hugo Lloris'i avladılar ve moralman çökmüş olan rakibi iyice yıktılar.

Fransa'nın yıkılışının tek nedeni Güney Afrika'nın golü ve güzel oyunu değildi. Maçın Kolombiyalı hakemi Oscar Ruiz 26. dakikada Fransa'nın orta saha oyuncusu Yoann Gourcuff'ü oyundan attı. Bu kırmızı kart kararı çok ağır bir karardı ve pozisyon bana göre kırmızı kartlık değildi. Maçın adeta kırılma noktası olan bu olay, 10 kişi kalan Fransa'yı çok olumsuz etkiledi.

Takımı sırtlayacağı düşünülen Franck Ribery, mavi bir hayalet gibi sahada dolaşıyordu. Maça sonradan giren Thierry Henry de birkaç pozisyon dışında hiçbir varlık gösteremedi. Ayrıca atılan bir pası elle kontrol ederek elini ne kadar ustaca kullandığını(!) bir kez daha gösterdi.

Fransa teknik direktörü Raymond Domenech (sağda), maç sonunda yanına gelen rakip takım teknik direktörü Carlos Alberto Parreira'nın (solda) elini sıkmayı reddetti
Fransa teknik direktörü Raymond Domenech (sağda), maç sonunda yanına gelen rakip takım teknik direktörü Carlos Alberto Parreira'nın (solda) elini sıkmayı reddetti

Dünya Kupası'na ev sahipliği yapan ülkelerin takımları genelde gruplardan çıkıyordu; ancak Güney Afrika bunu başaramadı. Yine de ellerinden geleni yaptılar.

Fransa ise 2002 yılında yaptığının çok benzerini tekrar etti. Son şampiyon olarak geldiği 2002 Dünya Kupası'nda gol dahi atamadan, bir beraberlik ve iki yenilgi ile ayrılmıştı. Fransa o zaman da A Grubu'ndaydı ve yine Uruguay'la aynı gruptaydı. Fransa grup sonuncusu olurken, Uruguay da grup üçüncüsü olarak elenmişti.

Bu turnuvaya geldiğinde de geçen Dünya Kupası'nın ikincisi unvanını taşıyordu Fransa. Yine A Grubu'ndaydı ve yine Uruguay vardı grubunda. Bu sefer -son maçta ve zar zor da olsa- bir gol attı ama aldığı bir beraberlik ve iki yenilgi ile 1 puan alarak yine sonuncu oldu.

2002 yılında Fransa'nın teknik direktörü olan Roger Lemerre, geçen sezon Ankaragücü'nün teknik direktörlüğünü yaptı ancak sezon sonunda kovuldu. Bakalım hayat Raymond Domenech için nasıl bir kader çizecek...

Not: Maçta olan bitenler için FIFA'nın sayfası.

Ayrıca; Fransa'nın ilk maçta berabere kaldığını anımsatan uyarısı için İTÜ Sözlük'ten fakespeare'e teşekkürler.

Fransa'dan gol haberi mi var?

Maçtan önce Uruguay'ın Meksika'yla beraberliğe "yatacağı" şeklinde görüşler vardı. Burası futbolcular için bir vitrin ve herkes en iyi performansını ortaya koymak için çaba harcıyor, ayrıca takımlar böyle bir şeyle lekelenmek istemezler. Bu nedenle Uruguay'ın böyle bir işe bulaşacağını tahmin etmiyordum; nitekim de öyle oldu.

Uruguay'ın yıldızları Forlan ve Suarez'in gol sevinci
Suarez ve Forlan'ın gol sevinci

Meksika heyecan yaratan bir takım ve kötü oynamıyor, Uruguay da aynı şekilde... Birlikte güzel bir maç götürdüler. Meksika özellikle ilk yarıda çok atak yaptı ama bir türlü gole ulaşamadı. Uruguay ise sağlam hücumlarla gitti ve Suarez ile golü buldu.

Aynı anda oynanan diğer maçta Güney Afrika'nın Fransa karşısında 2-0 öne geçtiği haberleri gelince, Meksika'da bir panik havası oluştu. Çünkü gruptan çıkma şansları tehlikeye girmişti ama bu panik havası Fransa'nın 70. dakikada attığı golle dağıldı.

Meksika ceza sahasında karambol anları
Meksika ceza sahasında karambol anları

Uruguay ulusal takımı iyi ve planlı bir oyun sergiledi. Gerek golü atan ve maçın adamı seçilen Luis Suarez, gerekse Diego Forlan takımın yıldızları oldu. Uruguay'ın bir diğer önemli ismi ise Jorge Fucile idi. 4 numaralı Fucile, Giovani dos Santos'a neredeyse adım attırmadı. Fenerbahçeli Lugano'yu da kaptan olarak çıktığı maçta gayet iyi buldum.

Bu maç 1-0 bitip, diğer maçtan da 2-1'lik sonuç gelince A Grubu'ndan Uruguay (7 puanla) ve Meksika (4 puanla) çıkmış oldu. Güney Afrika, Meksika'yla aynı puanı almasına rağmen averaj farkı nedeniyle elendi. Fransa'nın durumu kısacık değerlendirilebilecek gibi değil; o yüzden ona diğer yazıda değineceğim.

Not: Maçta olan bitenler için FIFA'nın sayfası.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Dünya'yı sırtında taşıyan Atlas

Portekiz - Kuzey Kore maçının son 20 dakikasını izleyebildim; ancak 3 gol ve pek çok gol pozisyonu gördüm. Şimdilik maçın ufacık bir kısmına değineyim; çünkü bu maçla ilgili yazacak çok şey var -ve yazılmayı bekleyen tonla konu da duruyor aklımın bir köşesinde...

Cristiano Ronaldo'nun
Cristiano Ronaldo'nun "sırt asisti"

Portekiz'in altıncı golü çok ilginçti. Cristiano Ronaldo, kaleciyi çalımlamaya çalışırken top zıpladı ve Ronaldo'nun sırtından sekerek önüne düştü. Sekti diyorum; çünkü "topu sırtıyla kontrol etti" gibilerinden yorumlar okudum ve bunlara pek katılamayacağım. Bu "sırt asisti"nden sonra, çerçeveyi bulan bir şut çekmek kaldı Ronaldo'ya.

Bu sahne aklıma Yunan mitolojisindeki Dünya'yı sırtında taşıyan Atlas heykelini getirdi. Bu çağrışımı yaptıran şeylerden biri Nike'ın reklam amacıyla Madrid'in ortasına bir günlüğüne diktiği 10 metrelik Cristiano Ronaldo heykeli olabilir.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Yazık oldu Avustralya'ya

Avustralya ulusal takımının kaptanı Lucas Neill, Gana - Avustralya maçından önce şöyle demişti:
Bu maç kariyerimin ve ülkemin futbol tarihinin açık ara en büyük maçı olacak.
Maalesef işler Galatasaraylı Neill'ın istediği gibi gitmedi ve Avustralya, Gana'yla 1-1 berabere kalarak, gruptan çıkma şansını neredeyse yitirdi.

D Grubu'nda birinci sırada 4 puanla Gana bulunuyor. İkinci ve üçüncü sırada üçer puanla Almanya ve Sırbistan var. Sonuncu ise, tek puanını ilk maçta aldığı beraberlikten çıkaran Avustralya.

Hakem Roberto Rosetti'ye dev ekranı gösteren Harry Kewell ve Lucas Neill
Hakem Roberto Rosetti'ye dev ekranı gösteren Harry Kewell ve Lucas Neill

Maçın kırılma noktası Harry Kewell'ın gördüğü kırmızı kart ve bu pozisyon nedeniyle verilen penaltıydı. Bunun hakkında kesin bir karar verebilmek mümkün değil bence. Ama ben de olsam, hakemin verdiği kararı verebilirdim diye düşünüyorum. Çünkü -her ne kadar Kewell'ın kolunu saklayabilmesi çok zor olsa da- gole giden bir şutun kolla engellenmesi göz konusu.

Kararın ardından Kewell ve Neill hakeme itiraz ettiler ve pozisyonun tekrarının yayınlanacağını düşündükleri dev ekranı gösterdiler. Hakem Roberto Rosetti'nin dev ekrana bakması, onun da ne kadar tereddütte olduğunu gösteriyor. Bu görüntü, hakemin kararından emin olmadığına da yorulabilir.

Bu maç hakkında fazla bir şey yazmak içimden gelmiyor açıkçası. Eski dost Richard Kingson'ı veya Türk olduktan sonra aldığı adla Faruk Gürsoy'u* sahada görmek güzeldi. Son olarak; tüm Avustralyalılar ve Avustralya nüfusunun toplamından fazla olan Galatasaray taraftarları için oynayacaklarını söyleyen Lucas Neill'a selam olsun...

Not: Maçta olan bitenler için FIFA'nın sayfası.
____________
* Richard Kingson'ın Türk vatandaşı olduktan sonra aldığı ad olan Faruk Gürsoy'un "Faruk"u Faruk Süren'den, "Gürsoy"u Ergun Gürsoy'dan gelir.

18 Haziran 2010 Cuma

Anlıyor musun beni?

Güney Afrika'yla yaptığı maçtan beri -belki Galatasaraylı dos Santos'un da etkisiyle- Meksika gözüme çok sempatik geliyordu. Fransa'yla oynayacağı maçta da Meksika'nın galip gelmesini istiyordum. Fransa ise dünya çapında futbolcuların takımıydı ve Fransa'nın elenmesi bu futbolcuları Dünya Kupası'nda daha fazla izleyemeyeceğimiz anlamına geliyordu.

Beyaz'ın ünlü tiplemesi Psikopat bu durumda şöyle derdi herhalde:
Meksika'nın kazanmasını istiyorum ama Fransa'nın elenmesini de istemiyorum. Anlıyor musun beni?
Frank Ribery ve Giovani dos Santos
Yolları 5 yıl arayla Galatasaray'dan geçen iki yetenek:
Frank Ribery ve Giovani dos Santos


Ekleme ve düzeltme:

Bu yazıyı yayınladıktan sonra aklıma Fransa'nın İrlanda Cumhuriyeti ile geçen yılın Kasım ayında oynadığı play-off maçı geldi.

İlk maçta Fransa deplasmanda 1-0 yenmiş, ikinci maçta da normal süre İrlanda lehine 1-0 bitince uzatmalara gidilmişti. Uzatmalarda Thierry Henry'nin topu elle durdurup verdiği pas golle sonuçlanmış ve İrlanda Cumhuriyeti haksız şekilde elenmiş, Dünya Kupası'na katılma hakkını Fransa elde etmişti.

Fransa'dan İrlanda Cumhuriyeti'nin ahı çıkıyor gibi. Sanırım şimdi "oh olsun!" deme zamanı...

17 Haziran 2010 Perşembe

Hat-trickli bir maç

Kupanın favorilerinden olan Arjantin'i bir kez daha izleme imkanı bulduk bugün. Favori olarak görülen bir takımdan beklentiler oluşuyor haliyle.

İlk yarıya Arjantin güzel başladı, Güney Kore ise kendini ortaya koyamadı. Güney Kore doğru düzgün hücuma çıkamadan, Arjantin 17. ve 33. dakikada iki gol buldu. İlki kendi kalesine atılan, diğeri Gonzalo Higuain'den gelen bu gollerden sonra Arjantin takımını bir rehavet kapladı. Bu sıralarda Lee Chung-Yong, atılan pasla birlikte kendini kalecinin karşısında buldu ve 45+1'de durumu 2-1 yaptı.

İlk yarıda kendini gösteremeyen Güney Kore, durum 2-1 iken çok net bir gol fırsatı yakaladı. Güney Koreli oyuncu, önünde mükemmel bir pas buldu ancak değerlendiremedi. Attığı şut golle sonuçlansaydı, maçın gidişatı çok farklı olabilirdi.

"Atamayana atarlar" derler ya hani, bu dakikadan sonra Arjantin bastırdıkça bastırdı. Lionel Messi'nin üstün gayretiyle hazırladığı bir pozisyon sonucunda Higuain topu önünde buldu ve ona topa dokunmak kaldı sadece...

Higuain'in gol sevinci
Bugün hat-trick yaparak turnuvanın gol krallığına yaklaşan Higuain'in gol sevinci

Arjantin'in son golü ise çok hoştu bence. 80. dakikada Messi'nin parmağının -daha doğrusu sihirli ayağının- dokunduğu bir hazırlık aşamasının ardından, maça yeni girmiş olan Sergio Aguero'nun mükemmel pasını aynı güzellikte tamamlayan Higuain, durumu 4-1'e getirdi. Bu golle birlikte Higuain, 2002 Dünya Kupası'ndan beri Dünya Kupalarında yapılmış ilk ve Dünya Kupaları tarihinde yapılmış 49. hat-trick'i yapmış oldu. Gonzalo Higuain böylece, Guillermo Stabile (1932) ve Gabriel Omar Batistuta'dan (1994 ve 1998) sonra Dünya Kupalarında hat-trick yapan üçüncü Arjantinli futbolcu konumuna geldi. Maçta çok iyi oynamasa da, attığı goller ona "maçın adamı" ödülünü kazandırdı ve bu yılki Dünya Kupası'nın gol kralı olmasının da yolunu açtı.

Messi elinden geleni ortaya koydu ve takımını -deyim yerindeyse- sırtlamaya çalıştı; bunda da verdiği paslar ve organize ettiği ataklarla büyük oranda başarılı oldu. İlk yarıda Arjantin 2-0 öndeyken Güney Koreli futbolcuları çalımlayarak önünü açtı ve nefis bir şut çekti. Gol olmadı ama olsaydı, efsane goller arasına girebilecek türden olurdu.

4 Güney Koreli futbolcu ve onların arasından top çıkarmaya çalışan Messi
4 Güney Koreli futbolcu ve onların arasından top çıkarmaya çalışan Messi

Arjantin'in orta sahasında ve savunmasında büyük bir eksiklik olduğunu gördüm. Bu kadar isabetsiz pas yapan bir Güney Kore bile özellikle ikinci yarıda kolaylıkla üçüncü bölgeye geçebiliyordu. Güney Koreli futbolcular az daha başarılı pas yapsaydı, pek çok gol pozisyonu yakalamaları işten bile değildi. Arjantin bu yapısıyla, zorlu rakipler karşısında sıkıntı çekebilir.

Maçta dikkatimi çeken şeylerden biri de Güney Koreli futbolcuların tavırlarıydı. Çamurlaşmadılar. Averaja oynayıp, durum 2-1'e gelmişken takır takır indirebilirlerdi Arjantinlileri ya da maçı kilitleyebilirlerdi; yapmadılar. Bu "fair" davranışın bir benzerini de Brezilya'yla oynadığı maçta Kuzey Kore takımı sergilemişti. Tanıdığım Korelilerden bildiğim ve bu turnuvada bir kez daha gördüğüm gibi, bu insanların özünde var saygı.

Ben bu yazıyı yazarken Yunanistan Nijerya'yı 2-1 yendi ve B Grubu'nda dengeler yine değişti. Gruptan çıkanları belirlerken, takımların puanlar eşitse hangi kriterlerin gözetildiğini tam bilmiyorum açıkçası ama gol averajına ve ikili averaja bakıldığında Arjantin çıkmayı garantiledi gibi duruyor. Çıkacak ikinci takım ise son maçlarda belli olacak...

Not: Maçta olan bitenler için FIFA'nın sayfası.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Hollanda'nın "eylemci" kızları

Pazartesi günkü Hollanda - Danimarka maçı ilginç bir olaya sahne olmuş. 36 Hollandalı kadın içlerine turuncu, onun üstüne ise kırmızı-beyaz giysiler giyerek tribündeki yerlerini almış. Maçın 25. dakikasında hep birlikte üstlerindeki kırmızı-beyaz giysileri fora edince, turuncu tişört ve mini etek ortaya çıkmış.

Tişörtler fora
Olay anı: Tişörtler fora

Meğerse bu eylem, ünlü bira markası Bavaria'nın işiymiş. FIFA da bunu kaçak reklam olarak addetmiş ve bundan rahatsız olmuş, çünkü bilindiği gibi Dünya Kupası'nın resmî bira sponsoru Budweiser ve FIFA bu organizasyonun kendi sponsorları haricinde sahiplenilmesini istemiyor.

Kızlar maçın devre arasında stattan çıkarılmışlar. Birkaç saat sorgulanmış, pasaportlarının fotokopisi çekilmiş ve serbest bırakılmışlar. Bavaria şirketi ise bu olayın kendisiyle bağlantısı olmadığını söylemiş.

Türk basınında bu konuyla ilgili çıkan haberlerde gördüğüm "Bu kızlara nasıl kıydınız" başlığı çok hoşuma gitti. Zaten alttaki fotoğrafa bakınca, bu söze hak vermemek elde değil :)

Bu kızlara nasıl kıydınız
"Bu kızlara nasıl kıydınız"

15 Haziran 2010 Salı

Dişe diş bir mücadele ve kördüğüm

Turnuva başlamadan önce maç çizelgesine baktığımda dikkatimi çeken maçlardan biri bugün (15 Haziran) oynanan Fildişi Kıyısı* - Portekiz maçıydı. Biri hızlı, diğeri teknik iki takımın çata çat bir mücadelesi olacak gibi duruyordu. Ölüm grubu olarak adlandırılan G Grubu'nda avantaj yakalamak için iki takımın da kazanması gerekmekteydi.

Eduardo'nun ulusal marş performası

Başlama vuruşundan önce ulusal marşlar okunduğunda sıra Portekiz'deyken kameraların odaklandığı kişiler Portekiz kalecisi Eduardo ve hemen yanı başındaki Cristiano Ronaldo oldu. Kollarını yanındakilerin omzuna atan Eduardo'nun öyle bir marş söyleyişi vardı ki, bizim Alpay Özalan'ı hatırlattı bana :)

Maç güzel bir tempoda başladı ancak performanslar git gide düştü. Tabii bunda Fildişi Kıyısı'nın aşırı sert oyununun da etkisi vardı. Ne zaman bir Portekizli topu kapsa, birkaç saniye içinde yerde buluyordu kendini. Bu sertlik aslında Fildişililerin doğasında var ve takımın başına henüz birkaç ay önce geçen Sven-Göran Eriksson, bu oyun sisteminde bir değişiklik yaratmamış.

İlk yarıda iki takım da birbirinin kalesine yaklaşamadı. Bu yarıdan en akılda kalıcı şey Cristiano Ronaldo'nun uzaklardan çektiği sert şuttu. Şut sol direkte patladı ama gol olmuş kadar heyecan yarattı.

İkinci yarıda Portekiz'in temposu düştükçe düştü. Fildişi Kıyısı futbolcuları ise git gide kırıcı oynamaya başladı.

Maçın mücadele ve futbol açısından en keyifli geçen kısmı son 10 dakikasıydı. 82. dakikada Gervinho'nun yerine giren Galatasaraylı Abdül Kader Keita'nın lokomotifliğini üstlendiği Fildişi Kıyısı, bu andan itibaren sürekli saldırıya başladı. Portekiz kendi sahasına çekildi ve maç tek kaleye döndü. Bu maçta uzun süre yedek kulübesinde bekleyen Keita'nın Brezilya maçında ilk 11'de yer alabileceğini düşünüyorum.

Birkaç hafta önce Japonya'yla oynanan hazırlık maçında sakatlanan ve kolunda kırık oluşan Didier Drogba ise kolundaki özel alçısıyla yedek kulübesindeydi. 66. dakikada oyuna girdi ama sakatlığının fiziksel ve ruhsal etkisinden midir bilinmez, iyi bir oyun sergileyemedi.

Portekiz'i ele alırsak, bir 'ağabey'sizlikten söz etmek gerek. Şu anki Portekiz milli takımında, takımı çekip çeviren bir 'ağabey' yok. Daha önce bu görevi Luis Figo ve Rui Costa üstleniyordu. Bu deneyimli ve yol gösterici denebilecek futbolcuların eksikliği fazlasıyla hissediliyor bence.

Fildişi Kıyısı futbolcuları arasına Cristiano Ronaldo

Fildişili savunmacıların sürekli üstüne oynadığı ve maçın adamı seçilen Cristiano Ronaldo ise kötü bir performans sergilemedi ama çok da iyi değildi. Maç boyu gergin bir tavır sergiledi. Real Madrid'te sergilediği sanatsal oyununu ortaya koyamadı. Bunda Portekiz'in takım uyumundaki sorun ve rakibin sert oyununun da etkisi var tabii.

Maçın Uruguaylı hakemi Jorge Larrionda'ya da biraz değinelim. Kendisini pek başarılı bulmadım. Bazı pozisyonları gözden kaçırdı ve bazı durumlarda gereken davranışları gösteremedi. Bence 90+3'te, Fildişi Kıyısı'na o son korneri kullanması gerekirdi. Gerçi bu seneki Dünya Kupası'nın daha önceki maçlarında da benzer kararlar gördük; hakemler, verdikleri uzatma dakikalarına çok dikkat ediyor ve devam eden atakları bile kesiyorlar.

Maçı anlatan TRT sunucusu ise, sahayı bizden daha iyi okuyabilme imkanı olmasına rağmen oyundan kopuktu. Hakemin verdiği kararları yanlış anladı, yedek kulübesinde olan biteni doğru algılayamadı vs... Maç heyecanında bunlar olası şeyler ancak bu hatalar yapılmasa daha iyi olmaz mıydı?

Yağmurlu bir maçta alınan bu beraberlik, iki takıma da yaramadı ve ölüm grubundaki kördüğüm yine devam etti. Bence bu kördüğümü çözse çözse -2002'de Türkiye'nin grubunda olduğu gibi- yine Brezilya çözebilir. Bakalım önümüzdeki maçlar ne getirecek...**

Not: Maçta olan bitenler için FIFA'nın sayfası.
____________
* Fildişi Kıyısı'nın orijinal adı "Côte d'Ivoire" ve ülke, adının bu şekilde kullanılmasını istiyor, ancak pek çok dilde bu adın çevrilmiş hali kullanılıyor. Türkçede Fildişi Kıyısı ya da Fildişi Sahili olarak geçiyor bu ülke, ben "kıyı"lı olanı tercih ettim.
** Bu yazı Brezilya - Kuzey Kore maçı başlamadan önce yazılmıştır.

11 Haziran 2010 Cuma

Başlangıç vuvuzelası

Türkiye katılamasa da, futbol aşkımız nedeniyle heyecanla beklediğimiz 2010 FIFA Dünya Kupası nihayet başladı. Kupanın resmî maskotu Zakumi olmasına rağmen (daha sonraki yazılarda bahsedeceğim ondan), kupaya damga vuran şey vuvuzela olacak gibi duruyor.

Vuvuzela üflemeli bir çalgı. Zaten Dünya Kupası'nı takip eden herkes az çok haberdar bundan. Vuvuzelanın sesini fil homurtularına benzetiyorlar, ama on binlerce vuvuzelanın maç esnasında çıkardığı ses insana kendini arı kovanında hissettiriyor.

Afrika yerlileri vuvuzelayı fil dişinden yaparmış. Dünya Kupası maçlarında "öttürülen"ler ise bildiğimiz plastik. Ne tuşu var, ne notası ama üflemek ve "anlamlı" bir ses çıkarabilmek zormuş diyorlar...

Vuvuzelacı velet

Kupanın düzenleme komitesinin sözcüsü Rich Mkhondo, bu çalgıyı herkesin sevdiğini ve vuvuzelanın kupanın simgesi hâline geldiğini söylemiş. Peki durum gerçekten öyle mi?

Vuvuzelanın akıbeti hakkında oylama var birçok sitede ve bunların neredeyse tümünde bir vuvuzela karşıtlığı göze çarpıyor. Savları, vuvuzelanın kulak sağlığını etkilediği ve maç izlerken fazlasıyla kafa şişirdiği yönünde. Vuvuzela destekçileri ise bunun eğlencelik yönüne ve yerel havasına vurgu yapıyor.

Takip edebildiğim kadarıyla Türk basının genelinde de vuvuzelaya olumsuz bir yaklaşım var. Burada Uğur Meleke'yi ayırmak gerekiyor. Her zaman farklı çizgisiyle dikkat çeken Meleke, vuvuzelanın kullanımı ile kupanın şarkısı arasında bağlantı kurmuş ve Afrikalıların şarkıyı sahiplenemedikleri için bu çalgıda kendilerini bulduklarını söylemiş.

Açıkçası ben de vuvuzelanın sesinden hiç hoşnut değilim ama bunu çalan insanlar etrafa pozitif enerji yayıyorlar gerçekten. Vuvuzela sesi bir heyecanın, bir tutkunun ifadesi gibi... O yüzden vuvuzela kalmalı, gerçi volümü biraz azaltsalar daha bir sevinirim o ayrı :)